Dört Euroleague neferimizden
sadece birinin galibiyet aldığı bu “güzide” haftada, Eurocup’taki temsilcilerimizin
tamamı yüzümüzü güldürmeyi başardı ve biz biraz olsun keyiflendik. Basketbol
adına çok şey gördüğümüz bu yedi günün içerisinde Eurochallenge temsilcilerimiz
de üzerine düşen vazifeyi layığı veçhiyle yerine getirince, tahtaya çok
konuşanları yazarken hep büyük kulüplerimizin yanına çarpılar koyduk. Tam
altına güç yetmeyince, çeyrek altın edindik; fakat onun da değeri çok yükseldi –
Madrid’e karşı alınan galibiyetin tadı bir başkadır nitekim.
Dilerseniz önce “kötü çocuklar”
ile başlayalım. Yani, Euroleague’deki temsilcilerimizle. Darüşşafaka Doğuş
halen daha bir kimliğe, karaktere ve sisteme sahip olmadığı için, son çeyreğini
çok kötü oynadığı maçta formda bir Malaga’ya farklı kaybetti. Toplama takım
görüntüsünden halen daha kurtulabilmiş değiller, yani o cephede yeni bir şey
yok. Anadolu Efes ise, geçtiğimiz haftalarda Fenerbahçe’nin kapıldığı türden
bir rehavetin içine girdiğinden ötürü, Cedevita karşısında umulmadık bir mağlubiyet
aldı. Zoru başarmak istediği için pratik ve kolay olana sırtını dönen Heurtel’in
tercihlerinin bu kayıptaki payı yadsınamaz; Tyus – Dunston ikilisi dışında
kimsecikler savunmada gayret göstermediği için başta Saric olmak üzere diğer
isimlere de iki çift laf etmemiz yerinde olur; fakat asıl sorun, kurt hoca
Ivkovic’in, yenilgiyi Birkan’ın yokluğuna bağlayacak kadar ileri gitmesi.
Birkan, geçen senenin büyük bölümünü sakatlıktan dönmeye harcayan ve şimdi bile
sistemin kilit bir parçası konumuna gelmeyen, tamamlayıcı bir oyuncu. Üstelik,
birkaç haftadır sakatlığını atlatamayan, genç yıldız Cedi de sahalara döndü bu
maçta; yani Birkan’ın yokluğunun rotasyona böylesi etki ettiğini kabul etmek
bence basketbol severlerin zekasını küçümsemektir. Mesele, rehavet ve Heurtel’e
fazla özgürlük ve yetki vermek... Efes’in belki de 10’da 1’i bütçeyle yola
çıkan Cedevita’nın, hücum ribauntlarını leblebi gibi toplayan isimlerine, Bilan
ve Babic’e ayrıca tebriklerimizi sunarız... Ben bu maçta Efes’ten sadece
Dunston ve Diebler’ı beğendim. Zira onlar hep işinin ehlidir...
Tabi bir de işin Karşıyaka ayağı
var. Milli marş jestiyle 29 Ekim’in hakkını veren seyirciyi kutlamak lazım, ama
yenilmeyi de öğrenmeleri ve takımlarının moralini maç içinde düşürmemeleri de
şart. İşin doğrusu, yeni takım olmanın da, Euroleague’e yeni adım atmanın da,
Daçka kadar bütçeye sahip olamamanın da bazı dezavantajlar doğurduğu bir
gerçektir. Lakin böylesi isabetli ve verimli bir yapılanmaya sahipseniz,
seyirci desteğiniz de varsa, mağlubiyeti tek bir unsura bağlamak gerekli: Komutan!
Yani, Joe Ragland’ın ağza alınmayacak kadar kötü bir performans sergileyip
takımını yarı yolda bırakması. Zalgiris’in kadro yapısını göz önüne alırsak, bu
yıl yalnızca dikkatsiz ve inadına kötü oynayan takımlara kafa tutacak bir
sistemi benimsediklerini görebiliriz. Yani, rakibin hatalarını (bu maçta olduğu
gibi) amansızca ve yüksek yüzdeyle cezalandırmak, onların belki de galibiyet
adına tek şansı, tek silahı. Ragland’ın ve Gabriel’ın kendilerinden görmeye
alışmadığımız vasat performansları, Justin Carter’ın evladiyelik oyununu,
gayretini evliyalığa vardıramadı, aksine harcadı.
Justin Carter gibi, Kenan da zor anlarda
hiç sorumluluktan kaçmayarak elinden geleni yaptı ve beğenimizi topladı. Sağlam
bir komutan olacaktır sezon ilerledikçe. Ki zaten bu maçı tek başına almayı
başarsa, kendisine hemen “yıldız” payesi verip yanlışa düşerdik. Kenan, şu
haliyle, işler kötü giderken geri adım atmayacak az sayıdaki KSK’lı oyuncudan
birisi olduğunu kanıtladı. Hem de bu yaşında. Helal olsun. Netice mühim değil,
gelecek günlere umutla bakabiliyoruz. Josh Carter ise, bence henüz sistemdeki
rolüne alışamadı. Yoksa onun gibi saf bir skorere çok daha güzel şut yüzdeleri
yakışır. Temelde Zalgiris, KSK’nın Vouigoukas’ı doğru savunmayı akıl edişine dek
topu boyalı alandan oynama stratejisini kullandı; lakin devamında, yani oyunun
kırılma anlarında Motum, Jankunas, Hanlon ve Kalnietis’in gerçekten de şansları
yaver gitti ve Kaf-Kaf, tam saha baskı taktiği dahil, Ragland ve Justin’in
muazzam savunma gayretlerinin mükafatını alamadı. Ragland da zaten en çok bu
yüzden hücumda düşük moralle oynadı. Gerçekten de, topun rakibi sevdiği o
kırılma anlarında, şans öyle güldü ki Zalgiris’e, buldukları şans şutları
girdikçe bizim ekran başında içimiz sızladı. Takımını her iki potada da
insanüstü gayretiyle sırtlayıp taşıyan Justin ise, son topu kötü kullanmak
dışında hatasızdı. Yani kısacası, Kaf-Kaf’ın pota altındaki silahlarını
kullanamamak dışında belki de tek kabahati, “matbaanın geç gelmesi” idi...
Fenerbahçe, yüzümüzü güldüren tek
ekibimizdi bu hafta Euroleague arenasında. Geçtiğimiz haftalara nazaran çok
daha derli toplu bir görünüm sergileyen temsilcimiz, kadro kalitesinin hakkını,
sisteme dair alınan radikal kararlarla konuşturdu. Açıkçası Fenerbahçe, rakibe
akla zarar miktarda hücum ribaundu vermek haricinde, çok güzel bir oyun oynadı.
Sloukas ve Kalinic biraz olsun kıpırdanırken, Dixon ve Vesely
acımasızlıklarıyla göz doldurdu, Barış Hersek de 4. Çeyrekte üst üste hem
hücumda hem de savunmada çok etkili işler yaparak adeta oyunu kopardı. Ama asıl
tebrikler, bence Datome’ye gitmeli. Datome ve Dixon adeta showtime basketbolu
oynadılar ve attıkça açıldılar, açıldıkça kendilerini buldular. Madrid’in geçen
yıla nazaran çok dağınık görünen savunması da onlara açık alanda epey fırsat
doğurdu gerçi; fakat Datome biraz olsun serbest bırakılınca ve bir yıldız gibi
oynatılınca, hakikaten bir başka “amansız” bitirici oluyor, bunu gördük. Avrupa’da
muadili yok, diyebiliriz.
Fenerbahçe maçın genelinde rakip
pota altında Taylor dışındaki uzunlara net bir üstünlük kuramadı ve istediği
oyunları oynayamadı; lakin rakibin hatalarını hızlı hücuma çevirip farkı çift
hanelere çıkarmayı başardılar. Pota altı demişken; Udoh da bu maçta hücumdaki
ısrarlarının meyvelerini topladı ve tek eksiği ribauntlardı. Antic zaten
ribauntların kayıp adamı olduğu için, Udoh’nun ve Vesely’nin ribauntlardaki bu
beklenmedik düşüşü maçın erkenden kopmasını engelledi, Ayon ve Reyes’in
antikalıklarına da zemin hazırladı. Bogdanovic, şansının yardımıyla bulduğu
sayılar dışında bana ilk kez bu sezon “acaba eski günlerine dönebilir mi?”
dedirtti, ama henüz bence bunu cevaplamak için biraz erken. 20 hücum ribaunduna
karşın felaket bir dış şut yüzdesiyle oynayan son şampiyon Real Madrid ise, bu
maçta galibiyeti hak edecek çok az şey yaptı ve neyse ki layığını buldu. Thompkins
dış şutlara aksamayı sürdürünce de, bekledikleri isyan yumruğunu bir türlü atamadılar.
Çok dağınıklar, adeta başka bir takım gibiler. Hatta temsilcimiz 3. Çeyrekte kendisine
hiç yakışmayacak kadar basit top kayıplarını, hem de üst üste yapmasa, ağır
hezimete uğrardı Madrid’liler. Fenerbahçe’de bu galibiyetle sular biraz duruldu
ve geçen seneki Final-Four’un da rövanşı alınmış oldu. Bakalım Pazartesi günü
Galatasaray derbisinde neler olacak? (Not: Datome'nin Ayon'un üzerinden vurduğu smaç jenerikliktir)
Hemen buradan sözü Galatasaray’a
getirelim. Güzel bir galibiyetle yollarına kayıpsız devam ettiler ve şunu
gördüler: McCollum, yaratıcı veya başlatıcı değil, bitirici olmalı. Yani Arroyo
ekolünün sadece son halkasını temsil etmeli. Yaratma ve yönetme işi, Sinan –
Schilb – Micov (ve umarız ki ileriki günlerde Şafak) rotasyonuna bırakılmalı.
Schilb 2-3 numarada oynatılınca, topa hükmedip yön verebilen, pas güdüleri
gelişmiş üç adet uzun ve zeki guardı oluyor Galatasaray’ın, ve her iki potada
da bunun kaymağını yiyorlar. Ve Sinan Güler de bu sayede son çeyrekte ayakta alkışlanacak bir performansla tüm repertuarını eksiksiz sergileyip maçı kopardı. Pota altında Dorsey halen daha aksasa bile, Lasme ve
dışarıdan bilhassa penetre üzerinden hızlı gelip aniden bulduğu şutlarla kritik
anlarda ağırlık koyan Green, hücumda gerekli etkiyi doğuruyor. Sorun, savunmada. Umarız, yerli ve genç
rotasyondan, yani Dusan, Ege, Şafak ve İzzet’ten de faydalanmayı ihmal
etmezler. Yoksa bu pota altı, Eliyahu karşısında olduğu gibi, denize dökülmeye müstahak
kalır.
Beşiktaş Sompo Japan, sezon
başında kökten bir adım atıp bence doğrusunu yaptı; herhangi bir özelliği
olmayan koç Dettman’ı aniden gönderip, yerine Galatasaray’da Ergin Ataman’ın
yardımcılığını yapan ve o’nun yokluğunda pek çok maçta yönetimiyle
beğenilerimizi toplayan Yağızer Uluğ’u getirdi. Yağızer Hoca, genç ve başarıya
aç bir isim. Ağabeyi Yiğiter Uluğ ile birlikte çalışma imkanı bulamadılar
Beşiktaş’ta, ama daha ilk maçtan nasıl bir taktik farkı yarattığını da gördük,
hiç yabancılık çekmedi PAOK deplasmanında ve 20 sayılık bir farkla, üstelik bu kez 100'ü bulan taraf olarak galip geldi Beşiktaş. Yağızer Hoca’ya dair benim şahsen
tek çekincem, kazanıp kendini ispatlama adına, Kartal, Berkay gibi isimleri
benche mahkum etme ihtimali. Umarız gerçekleşmez. Bu maçta Beşiktaş, yeni
sistemin Lampe üzerine kurulacağını gösterdi ve Lampe de evlere şenlik dominant
bir performansla takımını ihya etti. Fakat bu maçın asıl kilit unsuru, Beşiktaş’ın
ekstra denilebilecek kadar üstün dış şut performansıydı. Cenk ve Engin, en
kritik yerlerde zor ve el üstü basketlerle üst üste güzel seriler yakalayıp 2. Ve 4. Çeyrekte farkı
açtılar. Çok kötü oynanan 3. Çeyrekte ise, Wolters, Lampe, Murphy ve Darden’ın
kaliteli oyunları ile ayakta kalındı. Wolters, bu maçla birlikte artık takıma
ısındı, diyebiliriz. Sıra, Seeley’de...
Banvit, grubunun zayıf
rakiplerinden birine karşı, Trabzon’un düştüğü hataya düşmedi ve çok koşarak
kazandı. Slaughter dümendeyken, Fortson da daha az hata yapıyor ve Moerman,
Simmons ve Stevens da çok daha verimli oynuyorlar, herkes işin içine giriyor. Bu
da tüm takıma yarıyor elbette. Tek sorun, Tolga’nın istikrarı, ve Vidmar’ın
huyu huyuna suyu suyuna bir pota altı ekürisi bulamaması. Trabzonspor ise, bu
maçla birlikte az da olsa ilk kez oynayan Velickovic’in yokluğuna Kinsey
sayesinde alışmaya başladığını gösterdi. Ama Odom’un halen daha sisteme ve
takıma uyum sağlayamadığı da ortada. Bunların yanı sıra, ilk haftalar
itibariyle Sertaç da hücumda kötü oynuyor ve Stipanovic’in omuzlarına daha çok
yük biniyor. Dikkat etmeleri şart. Neticede dört ekibimizin tamamı da güzel birer galibiyet aldılar, kutlarız.
(Not: Aris - Unics Kazan maçı da gerçekten seyre değerdi, değinmeden geçmeyelim)
Son olarak, Eurochallenge’a bir
bakalım. Telekom, Woodside, Savovic, Cevher, Erkan ve Ermal haricinde kimsenin iyi oynadığını iddia edemeyeceğimiz ve ilk üç periyodunda
kabus gördüğü bir maçta, ABD’li oyuncusu bulunmayan rakibinin nefesi yetmediği
için son periyotta “at koşturup” rahat kazandı. Yerlilerden azami fayda alan tek takım olmayı sürdürüyorlar, lakin Buckner başta olmak üzere
gelişmesi gereken çok unsur var. Ama yine de yapının ve oyuncu tercihinin doğruluğunu
Savovic ile bu maçta ispatladılar. Royal Halı Gaziantep ise, kısaca üzerine
düşeni yaptı ve etliye sütlüye bulaşmadan galip geldi (Jawad Williams'ın adına hayrat yaptırsalar yeridir artık). Bu sene ligde işleri
zor, ama Avrupa’da beklenmeyecek kadar ileri gidebilirler. Neden mi? Bu bütçenin
ve bu kadro kalitesinin bu kupa düzeyinde eşine benzerine rastlamak kolay değil
de, ondan.
Herkese iyi haftalar, ve hayırlı
seçimler dilerim, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız da tekrardan kutlu olsun.
Basketbolla dolup taşmaktan şaşmayalım...
twitter: @efe_ozenc
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder